Yasin Suresi 14. Ayetin Düşündürdükleri

“Onlara iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı. Biz de üçüncü bir kişiyle desteklemiştik. Onlar “Biz size gönderilmiş elçileriz” demişlerdi.”

Gönderilen elçi sayısı iki. İlahi görevlerine başlıyorlar. Görevleri, hakkı ve hakikati anlatmak, insanları ilahi vahye muhattap kılmak, olanı olduğu gibi aktarmak. Ve o elçiler görevlerini hakkıyla yerine getirdiler. Ancak her zaman ve her zeminde olduğu gibi kafirler yine karşı çıktılar. Elçileri yalanladılar. Kimisini de taşlayarak öldürdüler. Allah da onları üçüncü bir elçi ile destekledi. 

Azgınlaşmış kafirler ile başa çıkmak kolay değildir. İnsanlara iyiliği emretmek, kötülüklerden men etmek, haramları açıklamak, yaptıklarının yanlışlığını ortaya koymak, sosyal hayatlarını düzene sokmak en zor olan işlerdir. Bundan daha zor bir işin olduğunu bilmiyorum. Bunun için azgınlaşmış, haktan ve hukuktan sapmış bir memlekete bir Peygamber yetmeyebiliyor, ikinci bir peygamberle desteklenmesi gerekiyor. O’nu da dinlemiyorlar. İsyanlarına devam ediyorlar. İtaate yönelmedikleri zaman üçüncü bir elçi ile desteklenmeleri de kaçınılmaz bir hal alıyor. 

Bu durumu yanlış anlamayalım. Yanlış yorumlamaya da kalkışmayalım. Üzerinde durulması gereken bir konu. Günümüzün en önemli konularından biri.

Burada zikredilen Peygamberlerin tebliğ konusunda yeterli olmadıkları, görevlerini savsakladıkları veya canla başla çalışmadıkları, dini emirleri anlatırlarken nefret ettirdikleri, konuşmalarının seviyesini ve sınırını belirleyemedikleri, üsluplarına dikkat etmedikleri manasına yorumlayamayız. Haşa, bu duruma düşmekten Yüce Allah’a sığınırız.

Peki niye bir elçi değil, iki elçi değil de tam üç elçi? Üçü de bir zaman diliminde ve aynı köyde aynı insanlar ile mühattap olup aynı dini anlatıyorlar?

Burada, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. O memleket halkı o kadar azgınlaşmış ki, o kadar haktan, hukuktan, adaletten ve ahlaktan uzaklaşmışlar ki, o kadar nezaketten ve insanlıktan uzaklaşmışlar ki, vicdanlarını o kadar köreltmişler ki bir elçi, iki elçi veya üç elçi dahi onlara doğruyu anlatmaya, vahyi belletmeye, yanlışları kavratmaya güç yetiremiyorlar. Bu durum bize o memleket halkının, sapıklıkta zirve yaptıklarını, isyanda sınır tanımadıklarını, ilahlaşma konusunda kendi kendilerine yettiklerini anlatmaktadır. 

Zaman zaman kimi insanın, bahane bulmak adına dini tebliğ eden insanlarda kusur aradıklarına şahit olmuşuzdur. Dini tebliğ eden insanların dini eksik anlattıklarını veya sert bir üslup takındıklarını, yerini ve zamanını iyi bir şekilde gözetleyemediklerini hep duyarız. Hatta kimi insanın di,ni ret ederlerken bu gibi bahanelerin arkasına sığındıklarına da şahit olmuşluğumuz çoktur.

Evet, Peygamberlerin dışında kalan diğer insanların dini anlatma yani tebliğ konusunda sergiledikleri kusurları ve hataları mutlaka vardır ve olacaktır. Hiçbir tebliğci elçi yani peygamber değildir. Bahanelere sığınanlar, yanlışlarda diretenler, dini olmayan iş ve işlemlerinden vazgeçmek istemeyen insanların bu kusurları bayraklaştırdıklarına, bu hataların arkasına sığındıklarına şahit olmaktayız. Hatta bu durumun sapıklıkta sınır tanımamanın, kendisini ilahlaştırmanın en bariz ifadesi olduğunu da söyleyebiliriz. 

Halbuki her insan, gönderilen elçi ve indirilen kitap sebebiyle bizzat kendisi doğruyu bulması ve doğruyu anlaması kaçınılmaz bir farzı ayndır, bir görevdir. Yer yüzünde hiçbir insan başka bir insana tebliğde bulunmayacak olsa dahi, her insanın kendisi doğruyu bulmakla ve doğruları yaşamakla sorumlu olmaktan kurtulacak değildir. “Müjdeleyen ve uyaran peygamberler gönderdik ki, insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı tutunacak bir delilleri olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (Nisa/165) Peygamberlerin varlığı her insanın inanması için yeterli bir sebeptir. Başka insanlara gerek de yoktur aslında.

Bir başka ayette Yüce Allah: “Kitap, sadece bizden önceki iki topluluğa (yahudi ve hristiyanlara) indirildi. Doğrusu biz onların okumasından habersizdik.” dersiniz diye (Kur’an’ı indirdik).” (Enam/156) Her insan bu ayetin anlatmak istedikleri ile yükümlüdür.

O halde dini anlatırlarken kimi insanın sergilediği hataları bayraklaştırarak kendimizi haklı çıkarmanın hiçbir haklı gerekçesi yoktur. Hatta anlatım konusunda başkalarını eleştirmeye kalkışmak yanlışlarımızın üstünü örtmek manasına geleceğini de rahatlıkla söyleyebilirim. 

Dini anlatan kişiler eksik anlattı, o eksikliği sen tamamla. 

Dini yaşayanlar eksik yaşadı, o zaman sen doğrusunu yaşa. 

Dini anlatırken sert bir üslup kullandı, bari sen olması gerektiği gibi dini anlat. 

Dini anlatırken yeri ve zamanı doğru değerlendirmedi, o zaman sen bu unsurları gözet.

Şimdi soruyorum size? Yüce Allah, inkar eden bu topluma üç elçi gönderdiğinde gönderilen elçiler halka, dini eksik ve yanlış mı anlattılar da onlar isyanlarından ve içinde bulundukları küfür ortamından vazgeçmediler? Uslüpları çok mu sertti? 

İman etmek isteyen insanlar için bir emare, bir ışık huzmesi yeterli değil midir? 

Bu anlattıklarımı ters anlamayın. Anlatıcının içinde bulunduğu durumunun hiç önemli olmadığı manasına da yorumlamayın. Böyle bir niyetim de yok zaten. Ancak eksik veya yanlış anlatımı bayraklaştırarak içine saplandığımız kusurlarımızın üstünü de örtemeyiz. 

Asıl vurgulamak istediğim şey her insanın ilahi kelam ile bizzat kendisinin karşılaşması, çevresindeki insanlara anlatması ve anlaması gerektiğidir.  

Diyelim ki bir insan dini yanlış anlatıyor. Haliyle dinleyen insanlar da anlatılan yanlışları doğru anlamıyor. Bu durumda yanlış anlayanlar ahiret gününde sorumluluktan kurtulacaklar mı? “Ya rabbi bizi bunlar yanlışa sevk ettiler, biz masumuz” diyebilecekler mi? Deseler bile bu mazaretleri kabul edilecek mi? 

Bu konuda varit olan ayetlerden birkaçını zikretmekle iktifa edeceğim: “Onların hepsini bir araya toplayacağımız, sonra da Allah’a ortak koşanlara, “Siz de, ortaklarınız da yerinizde bekleyin” diyeceğimiz günü düşün. Artık onların (ortak koştuklarıyla) aralarını tamamen ayırırız ve ortak koştukları derler ki: “Siz bize ibadet etmiyordunuz.” (Yunus/28-29) “Allah, şöyle der: "Benim huzurumda çekişmeyin. Çünkü ben bu (konudaki) uyarıyı size önceden yaptım." (Kaf/28) ”Allah’ın hükmü yerine getirilince şeytan şöyle der: “Şüphesiz Allah size gerçek bir vaadde bulunmuştu; ben de size bir söz verdim ama yalancı çıktım. Aslında benim sizi zorlayacak gücüm yoktu; benim yaptığım size çağrıda bulunmaktan ibaretti; siz de benim çağrıma uydunuz. O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Ben daha önce, beni Allah’a ortak koşmanızı kabul etmemiştim.” Doğrusu zalimler için elem verici bir azap vardır.” (İbrahim/22) 

Yüce Allah uyarmadan, elçi göndermeden, ilahi emirlerle tanıştırmadan helak etmek istemiyor insanları. Bu yüzden: “Biz, hiçbir memleketi elçiler olmadan helak edecek değiliz.” (Şuara/208) “Biz, bir elçi göndermeden azap da etmeyiz.” (İsra/15) Sünnetullah gereği elçilerin gelmesi, ilahi daveti bildirmesi, iman edenler ile inkar edenlerin birbirinden tefrik edilmesi gerekiyordu. Safların netleşmesi ve berraklaşması lazımdı. Kur’an’ın gönderilmesiyle bu durumun gerçekleşmiş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Şimdi konuyu daha iyi anlamak adına şu hadis-i şerife kulak vermemiz yerinde olacaktır. Ebu Hüreyre’den Resulüllah (s.a.v.)’ın şöyle dediği nakledilmiştir: “Muhammed’in canını elinde tutan Allah’a yemin ederim ki bu ümmetten bir Yahudi veya Hristiyan beni işitir, sonra da benim kendisiyle gönderildiğim (vahy)e iman etmeden ölürse mutlaka ateş ehlinden olur.” (Müslim, İman, 240) 

Çevresinde farklı dinlerden insanların yaşadığı bir ortamda doğup büyüyen bir Yahudi veya bir Hristiyan; Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ismini yani Peygamber oluşunu duyduktan sonra anne ve babası ya da çevresinde yer alan diğer insanlar tarafından kötülendiğini, kötü gösterildiğini varsaydığımız birisinin, “ben bilmiyordum, ben anlamıyordum, çevremdeki insanlar onu hep kötülüyorlardı, ben de o yüzden iman etmedim.” deme şansına sahip olabilir mi?

Her insan, kendi doğrularına, kendi yaşam biçimine, kendi dünya görüşüne göre doğrular edindiğini söyleyebiliriz. Kimse kimsenin anlatımından dolayı hesaba çekilmeyecektir. Kimse kimsenin yanlış anlatımından dolayı masum da görülmeyecektir. Herkes sahip olduğu kendi anlayışına göre hesabı görülecek, mükafat veya cezaya bizzat yaptığı tercihler sonucunda müstahak olacaktır.

Sapıklıkta zirve yapmış bu memleketin halkını haramlardan alıkoymak için üç Peygamberin de etkili olduğunu söyleyemiyoruz. Çünkü kalpleri kilitli, gözleri perdeli, kulakları da tıkalı olan insanların Kur’an ile aralarına bir perde çekilmiş olduklarını söyleyebiliriz. Bu gibi insanların anlatılan ayetlerden etkilenmeleri, dile getirilen kıssalardan ibret almaları mümkün değildir. Evvela ayetler ile aralarında var olan bu perdeyi aralamaları gerekiyordu. Bu vesileyle ilahi davete kendisini kapatmış olan insanlara risaleti ulaştırmak çok zordur. Böylesi insanlara gönderilmiş Peygamberler bile etkili olamamışlardır.

İnanmak isteyen insanlar, kendisi ile davet arasında var olan perdeyi aralamaları gerekir ki ilahi mesajı anlayabilsin ve kavrayabilsin. Bu durum Bakara suresinin 7. ayetinde anlatılanlarla birebir örtüşmektedir: “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş, gözlerine de perde çekmiştir. Acıklı azap da onlar içindir.” Diğer bir ayeti Kerime’de: “Andolsunki biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Çünkü onların kalpleri var anlamazlar, gözleri var görmezler, kulakları var duymazlar. Onlar hayvanlar gibidirler hatta daha da sapıktırlar. Onlar aldanmış olanlardır.” (A’raf/179) Bir başka ayette Yüce Allah: “Kur’an okuduğunda, seninle ahirete inanmayanların arasına gizli bir perde çekeriz.” (İsra/45) şeklinde açıklamalarda bulunmaktadır.

Aldanmış olanlara aldanmışlıklarını izah etmek çok zordur. Bunun için bazen bir bazen de birden fazla elçiye ihtiyaç hissedilebilir. Yer yüzünde yaşayan her insan kendi tercihlerini yaşamakta ve bu tercihlerinin sonucu ile de karşılaşacaktır.

İnsanların, gönderilen elçileri tanımaları ve indirilen kitapları kavramaları için gözlerinin, kulaklarının ve kaplerinin sağlam çalışıyor olması da bir zorunluluktur. Kendisinden beklenenleri yerine getirmeyen organlar yok hükmündedir. Olayları anlamak ve kavramak için her organın alıcı ve fonksiyonel olması kaçınılmazdır. Alıcı ve fonksiyonel olmayan bir insan için bin dereden su getirseniz bile delil olarak algılanmayacaktır. Anlatan elçi bile olsa. Anlatan kusursuz bir anlatıma sahip bir kişi de olsa. Anlatan, mükemmel bir üsluba sahip de olsa…

Nafile…

İnsan sapıtmak istediği zaman hiçbir şey etki etmez kalbine. Kalbini kilitlemiş birinin kalbini açacak hiçbir anahtar bulamazsınız. Gözünü kapatan birine göstereceğiniz hiçbir nesne, hiçbir delil yoktur. Kulaklarını hak ve hakikate kilitlemiş birine duyurabileceğiniz her hangi bir söz de bulamazsınız.

Diğer taraftan inanmak isteyen bir insana da hiçbir şey engel olamaz. Hristiyan toplumda da yaşıyor olsa da inkarcı bir atmosferde büyümüş de olsa yine de inanacaktır. Çünkü iman ve inkar kişinin içinden gelen bir duygudur.