Musadenizle sizlere bir soru sormak istiyorum. Bu soruya sağlıklı bir cevap verebilmek/bulabilmek adına anlatacaklarım var. Bu anlatacaklarımı, içinde yaşadığımız ortamdan sarfınazar ederek okumanızı, elinizi vicdanınıza koyarak cevaplamanızı, olanı olduğu gibi değerlendirmenizi istirham ediyorum. Soracağım soru yazının sonunda yer alacak.
Şimdi sıkı durun, kemerlerinizi sıkı bağlayın, başka başka işlerle uğraşmayın ve dikkatli bir şekilde okumaya devam edin.
Türkiye yüzyıllık bir devlettir ve devletin yönetim şekli de laikliktir. Malumunuz laiklik, Türk Dil Kurumu sözlüğünde bulunan tanıma göre; Din işlerini devlet işlerine karıştırmayan, devlet işlerini dinden ayrı tutan (kişi veya kurum) şeklinde tarif edilmektedir. Bu tanımlamaya göre Türkiye devleti dine dayalı bir devlet değildir. Türkiye’nin anayasası, kanunları ve kuralları; ilahi emirlerin, İslam ahkamının, Allah’ın emir ve yasaklarının uygulanmasına müsaade etmeyen bir yapıya sahiptir.
Buna bağlı olarak Türkiye Cumhuriyetini ilgilendiren tüm iş ve işlemler laiklik esasına göre düzenlenmiştir. Yapılan bu düzenleme üzerinden de kurumlar şekillenmiştir. Kurumları yönetmek de bu minvaldedir. Hiçbir kurum kendisini laiklikten müstağni göremeyeceği gibi hiç kimse, dini işleri devletin iş ve işlemlerine karıştıramaz.
Bu böyle…
Türkiye’de üç erk vardır. Yasama, Yürütme ve Yargı…
Kanunların merkezi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yürütülecek çalışmaların tamamı dinden uzak tutulması da laikliğin temel prensiplerinden biridir. Düzenlenecek kanun maddelerinden hiçbirisi Yüce Allah’ın emir ve yasaklarına göre düzenlenemeyeceği, bu kaide gereğince dini bir çıkarımda bulunulamayacağı aşikardır. O halde Türkiye’de cari olarak var olan, insanları sevk ve idare eden, suçlulara uygulanan kanunlar dini değildir.
Yürütmede de durum bundan farklı değildir. Hükümetin tüm üyeleri yaptıkları ve yapacakları iş ve işlemleri dini referanslara dayandıramazlar. Atacakları imzaları bu minvalde kullanamazlar. Yürüyecekleri adımları bu minvalde sayamazlar. Zaten seçilen veya seçilecek olan bakanlar dini bütün, dini çok iyi anlıyor, dini kuralları daha iyi uygular, büyük bir fakihtir/muctehittir diye de seçilmiş değillerdir.
Yargılamada da laiklik esastır ve önceliklidir. Yargıtaydan başlanmak üzere bir ilçenin mahkemesine kadar var olan tüm hakimler ve savcılar laiklik esası üzere yetiştirilir ve atanırlar. Başta anayasa olmak üzere kanunlar, ictihatlar, kurallar ve yönetmelikler bu minvalde şekillenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde işlenen veya işlenecek olan suçların tarifi de bu minvalde yapılmıştır. Mesela dine göre bir suç olarak telakki edilen içki, faiz, kumar, zina; laiklik temelini oluşturulan kural ve kaidelerde suç olarak anılmaz. Hırsızlık yapanlar, adam öldürenler veya farklı suçlara bulaşanlar da dini müeyyidelere göre cezalandırılmazlar. Çünkü laiklik sistemi bunu gerektirmektedir.
Yasama ve yürütmeye talip siyasi partilerin tamamı laiklik ilkesini korumak üzere kurulurlar ve bu kural üzere seçime girerler. Bu konuda sağcısı, solcusu, liberali, emperyali fark etmez. Laikliği benimsememiş hiçbir parti kanunlara göre hayatını devam ettiremez. Hatta parti liderleri de laiklik kurallarına göre parti başkanı olurlar. Konunun daha iyi anlaşılması adına şu örneği vermekte fayda var; Türkiye’de “Komünist Parti” varken “İslam Partisi, Kur’an Partisi, Hadis Partisi, Peygamber Partisi veya Müslümanlar Partisi” gibi bir parti yoktur.
Türkiye’de insanları yetiştiren ve şekillendiren eğitim ve öğretimden sorumlu tek kurum Milli Eğitim Bakanlığıdır. Milli Eğitim Bakanlığı, yürütmekte olduğu tüm iş ve işlemlerini laiklik çerçevesinde yürütmekle mükelleftir.
Türkiye’de yaşayan insanların yüzde doksan dokuzu Müslüman olmasına rağmen eğitim ve öğretim sisteminde dini herhangi bir referans görmek mümkün değildir. Eğitim kurumlarında, okullarda laikliğe rağmen bir müfredat, bir içerik oluşturulamaz ve yürütülemez.
Türkiye’de her inançtan insan bulunmaktadır. Yahudi, Hristiyan, Müslüman, Hindu, Deist veya Ateist insanlar da yaşıyor. Ancak biraz önce değindiğimiz gibi İslam dışındaki dinlere mensup insanların oranı, Müslümanların yüzde biri kadardır.
Türkiye’de insanlara ait din işlerini yürütmekle görevli bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı adında bir kurum da kurulmuştur. Bu kurum dahi, iş ve işlemlerini yürütmek için dini kurallara göre dizayn edilmiş değildir. Başta bu kurum olmak üzere Türkiye’de var olan tüm kamu kurum ve kuruluşlara memur alınırken hiçbir şekilde dini bir referans kullanılmış değildir. Dini iyi biliyor ve dinini güzel yaşıyor diye atanan bir tek memura rastlayamazsınız. Tüm memurların atanma ve bulundukları görevde yükselme durumları dine dayandırılmayan kanunla düzenlenmiştir.
İnsanların en önemli geçim kaynağı ticarettir. Ticaret kuralları da laik olmak zorundadır. Hatta halkı Müslüman olmasına rağmen 2006 yılında Türk Gıda kodeksi, İslam’a göre değil, Avrupa birliği mevzuatına uygun hale getirilmiştir. AB Gıda mevzuatına uygun olarak at, yabani domuz ve domuz kasaplık et hayvanı olarak tanınmıştır. Domuz etini tüketmek Din-i Mübin-i İslam’a göre suç, kanunlara göre suç değil.
Bir suç hasıl olduğunda, bir kusur ortaya çıktığında, bir suçlu yakalandığında laiklik esaslı kanunlara göre hesap sorulur, dini kimliğine bakılmaksızın kanunların öngördüğü cezalar uygulanır. Zaten mahkemelerde görevli hakimler, bu işi yürüten savcılar, takibini ve savunmasını yapan avukatlar İslam ahkamını çok iyi bildikleri için o koltuklara getirilmiş, o cübbeler giydirilmiş de değildir.
Şimdi sıkı durun soracağım soru şu;
Türkiye’de bir Hristiyan, bir Yahudi, bir Mecusi, bir Hindu, bir Ateist veya bir Deist suç işlediğinde “Bir vatandaş suç işledi.” denilerek mahkemeye sevk edilirken, bir Müslüman dine göre değil de laiklik sistemine göre bir suç işlediğinde neden; “Bir Müslüman suç işledi, bu Müslümanlar niye böyle?” diyerek manşetlere taşınıyor?
Hani yürütülmekte olan hiçbir iş ve işlem dini bir temele dayandırılamazdı Türkiye’de?
Yorumlar
Kalan Karakter: