Nerelisin, neredesin, ne arıyorsun?
Neyi arzuluyorsun?
Neyin peşindesin?
Nereden geldin, nasıl var oldun, niçin varsın, nereye gidiyorsun?
Bir sağa bir sola çemkirerek habire seğirtip duruyorsun? Halbuki yolun uzun, elin boş, ne yaptığını bilmeden son sürat koşuyorsun.
Ayakları yere basmalı, yere basan ayakları olmalı insanın. Doğru konuşan bir dili, doğrulara aşina bir kulağı, hakka ve hakikate aşık bir yüreği olmalı insanın. Hep doğru olmalı hep doğrularla olmalı. Yanlışlara ve yanlı ortamlara sırt dönmeli. Bana ne bu ahmakça işler demeli insan…
Uzun bir zaman oldu, saate bakıyorum. Gözlerimi bir noktaya sabitlemiş, yazdıklarıma odaklanmak istiyorum.
Zaman dur durak dinlemeden akıp gidiyor ellerimden... Yakalamak için uzanıyorum. Tâkatı kalmamış dizlerimin üzerinde doğrulmak istiyorum ama nafile… Ellerim zaman içinde, zaman avuçlarımın içinde. Ne yakaladığımı iddia edebilirim, ne de kaçırdığımı söyleyebilir kimse… Sabah akşama, akşam sabaha tebdil ediyor her an. Ve sen olduğun yerde Nasredddin Hoca’nın sazı çalması gibi aynı teraneleri dillendirip duruyorsun. Hiçbir dinleyicinin olmadığı bir meydandasın… Son sesinle mikrofona sarılıyorsun…
Var olanlar, ele geçirdiklerin, kazandıkların, sahip oldukların gözünü doyurmuyor mu? Kazanda kaynayanlar, tabağa konulanlar, sofraya dizilenler seni doyurmaya yetmiyor mu? Gözün mü aç, miden mi doyumsuz?
Koskoca bir dünya, uçsuz bucaksız bir uzay, sonu gelmeyen bir galaksi niye bu kadar dar geliyor sana? Zihnin mi bulanık, kavramıyor bunları yoksa gözlerinde perde mi var olanları görmüyor?
Var bir sıkıntı. Hemde kocaman olanından…
Sebebini, nereden geldiğini, neyi tarif ettiğini bilebilseydik belki sonucunu kestirebilirdik.
Evet! Dert büyük. Yürek niye bu kadar küçücük? Feveran niye?
İncir çekirdeğini doldurmayan iş ve işlemleri Everest tepesi gibi aşılmaz kılmana şaşıyorum doğrusu.
Olanları beğenmezsin. Olacaklardan da bihabersin.
Olmayan, olmayacak olanların ardından da sabah-akşam soluyup duruyorsun. Nefes nefese kalmışsın, biraz da susamışsın. Ayakların toz toprak, dudakların olmadığı kadar çatlak. Ellerin nasırlı, sırtında taşıdığın elbise hasırlı… Yürüyemeyen küheylanın sırtında yel değirmenine savaş açmış Don Kişot gibisin. Açtığın savaşta bir tek sen varsın. Rakibin kim? Sana kılıç sallayan kimler?
Allah’ı mı beğenmiyorsun yoksa yaptığı taksimata rızan mı yok? Ne verdiyse, neyi eksilttiyse baş göz üstüne demen gerekmez miydi? Hani Allah’ın rezzak olduğunu iddia ediyordun? Ne oldu? İddian mı yalan çıktı yoksa iddiana mı inanmıyorsun?
Gökten zembille inmiş gibi bir halet-i ruhiyenin içinde sabah akşam kıvranıp duruyorsun. Aşılmaz bentlerin, tırmanmaz tepelerin, sonu gelmez kaprislerin var senin.
Bu ne hal?
Ne bu ahval?
Bu düşünce biçimi, bu yaklaşım tarzı, bu konuşma şekli de ne?
Nereden edindin bu huylarını? Kime benziyor ahlakın?
Kimden çaldın tarif edilmez duygularını?
Kime benziyorsun bütün bir bedeninle, tarif edilmez yaşamınla?
Unutma ki önünde duran bardağın yarısı dolu. Niye görmüyor, niye görmek istemiyorsun? Sanki gözlerinin önünde bulundurman gereken yedi dereceli gözlükten yoksunsun.
Gözlerin hep yukarılara takılınca ayaklarının altında var olan hazineleri göremiyorsun. Var olanlarla yetinmeyince olmayanlara ulaşman imkansızlaştı…
Bu gidişat nereye?
Sahi nereye bu gidiş?
Gün gelecek ve toprağa karışmak üzere sen de son nefesini vererek öleceksin. Sana ait olmayan birkaç kat beze sarılacaksın.
Ölmeden mi ölmek, yoksa ölürken ölüme direnmek…
Yorumlar
Kalan Karakter: