Tevbe etmenin, duaya sarılmanın ve Allah’tan istiğfar ve mağfiret dilenmenin belli bir zamanı ve belirlenmiş bir mekanı yoktur. Her an, her zaman ve her yerde ellerimizi açabiliriz bizi yaratana, içten içe yalvarmamızı gerçekleştirebiliriz istediğimiz kelimelerle. Ancak tutarlı ve istikrarlı bir şekilde niyaz ve yalvarmalarımızı sürdürmemiz, ellerimiz açık bir vaziyette yalvarmamız son derece önem arz eder.
Bazen gecenin bir vaktinde kimsesiz ve sessiz bir ortamda, bazen kalabalıkların en orta yerinde dua edeceğiz. Bazen dağın en zirvesinde, bazen çölün kuş uçmaz kervan geçmez noktasında; içten gelen iniltilerle, sesimizin ve avazımızın çıktığı kadarıyla yalvaracağız. Bazen cuma günü cuma namazına çağrılırken, bazen ezan okunurken, bazen kamet getirilirken niyazda bulunacağız. Bazen kıldığımız vakit namazlarının akabinde, bazen bayram namazlarının sevinci esnasında af dileneceğiz. Bazen ramazan ayında dilimiz ve damağımızın kuruduğu yazın sıcağında, bazen göz yaşları eşliğinde kapandığımız secde esnasında duamızı yapacağız. Bazen mahşeri kalabalığın toplandığı Arafat dağında, bazen bir sel gibi insanların aktığı Safa, Merve ve Mescidi Haram’da günahlarımızın silinmesini isteyeceğiz. Bazen gizli, bazen cehri, bazen kavli bazen de fiili olarak yalvaracağız bizi bizden daha iyi duyan, bilen ve affeden Allah’a. İçinde bulunduğumuz zamanın, yaşamakta olduğumuz mekanın önemli olmadığını bilerek duamızı, yalvarmamızı ve yakarmamızı sürdüreceğiz. Ölüm gelip çatıncaya kadar devam edecek bu durum, bu ahval. Ne güzel buyurmuş Rabbimiz; “Sabah akşam Rablerine, O’nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte ol. Dünya hayatının zinetini arzu edip de gözlerini onlardan ayırma. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, boş arzularına uymuş ve işi hep aşırılık olmuş kimselere boyun eğme.” (Kehf/28)
Rabbim bizi dünya hayatının süsü ve çekiciliğine kapılarak dua ve yalvarmalarına ara veren kullarından muhafaza buyursun. İnsanlara inat, şeytanlara inat Allah’a yalvaracağız. Af ve mağfiret dileyeceğiz. Günahlarımızın ak ve pak olması için yakaran kullardan olacağız.
“İnsanı biz yarattık ve elbette içinden geçenleri biliriz; sağında solunda oturmuş iki alıcı (yaptıklarını) alıp kaydederken biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf/16-17) ayetinden öğrendiğimize göre bizi bizden daha iyi bilen bir Rabbimiz var. Bizi bizden daha iyi bilen Allah, bize şu tavsiyede bulunuyor; “Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru” derler.” (Al-i İmran/191)
Ancak ağzımızla tevbe ve istiğfarı dile getirirken, davranışlarımız söylediklerimizi doğrulamalı, tasdik etmeli ve onaylamalıdır. Davranışların, yapılan duayı tekzip etmesi, duanın kabul edilmesinin önündeki büyük engellerden biridir.
Unutulmamalıdır ki ötelenen, ileri bir tarihe bırakılan, “yarın yaparım” denilen her iş büyük bir risk taşımaktadır. Şeytan insanı bir ömür boyu oyalamak ister ve bu konuda elinden geleni de esirgemez. Tevbe ve istiğfardan mahrum kalan insanların durumu şu ayetle dile getirilmektedir; “Şeytan onlara (birçok) vaadde bulunur ve onları kuruntulara sürükler. Oysa şeytan, ancak aldatmak için onlara vaadde bulunuyor.” (Nisa/120)
Dua ve tevbe etmek, zikir ve istiğfarda bulunmak konusunda acele davranıyor muyuz? Yoksa lanetli mahlukun telkinlerine ve vesveselerine kanarak aldanıyor muyuz?
Ya “ileride yaparım” dediğimiz vakte ulaşamazsak, “ya şimdi hayatımızın son demlerini yaşıyor isek” “ya böyle bir fırsat bir daha geçmezse elimize” düşüncesi bizim kafamızda canlılığını her daim korumalıdır. Ötelenen her tevbe, dile getirilmeyen her zikir, geciktirilen her dua, yapılmayan her istiğfar, Allah muhafaza, Firavun’a benzemeye sebebiyet verebilir; “Derken İsrailoğulları’nı denizin öteki yakasına geçirdik. Firavun ve ordusu da haksız yere onlara saldırmak üzere peşlerine düşmüştü. Sonunda Firavun boğulmak üzereyken şöyle dedi: “Elhak inandım ki, İsrailoğulları’nın iman ettiğinden başka tanrı yokmuş! Ben de artık kendini O’na teslim edenlerden biriyim. Şimdi mi? Halbuki daha önce hep baş kaldırmış ve bozguncular arasında yer almıştın.” (Yunus/90-91) Bu nidayla karşılaşmamak için elimizi çabuk tutmalıyız. Asıl büyük kazanç burada, asıl büyük ikramiye burada, asıl büyük mükafat burada.
Yüce Allah’ın bizleri şeytanın inisiyatifine bırakmamış olmasından dolayı ne kadar şükür etsek, ne kadar hamd etsek yine de azdır. Şeytanın peşi sıra giderek karanlıklarda ebeden kalmaya Allah, razı değildir. Kim Allah’ın ipine sımsıkı sarılır, aydınlığa çıkmayı arzularsa bilsin ki; “Allah, iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kafirlerin velileri ise tağuttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara (sürükleyip) çıkarır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedi kalırlar.” (Bakara/257)
Kim karanlıkta kalmak isterse Allah onu zifiri karanlıklara mahkum bırakır. Kim de karanlıktan aydınlığa, İslam’ın nuruna, huzura çıkmak isterse, bunun için bir çabanın içinde yer alması gerekir. Çabaya sahip olan her insanı Yüce Allah aydınlığa çıkaracağı vaadi haktır ve gerçektir. Lafla peynir gemisinin yürümeyeceğini hepimiz gayet iyi biliriz. O halde aydınlığa çıkmak isteyen bir insanın yapması gereken ilk iş tevbe ederek imana yönelmesidir. Tevbe etmek için de kişinin evvela duaya sarılması kaçınılmaz bir zorunluluktur. Yüce Allah bu işin kuralını üç madde halinde bize gönderdiği kitabında şöyle sıralamıştır; “Ancak tövbe edip de inanan ve salih amel işleyenler başka. Allah işte onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Furkan/70)
Bu ayet bizler için büyük bir müjde, büyük bir fırsat barındırmaktadır. Geri dönüşü olmayan bir tevbe ve sapasağlam bir iman ve daha sonra gösterilecek bir istikrar; işlenmiş günahların sevaba tebdilini sağlayacaktır.
Tevbenin geciktirilmemesi önem arz eder. İnsan olarak geride bıraktığımız her saniye, her dakika, her saat, her gün bizi biraz daha ölüme yaklaştırmaktadır. Daha sonra tevbe ederim, istiğfarda bulunurum düşüncesi şeytandan gelen bir aldatma ve oyalamadan öte bir şey değildir.
Aişe (r.ah.) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.) vefatından önce sık sık “Allah’ı her türlü noksanlıktan tenzih eder ve ona hamd ederim. Allah’tan beni bağışlamasını diler ve günahlarıma tevbe ederim, derdi.” (Buhari, Ezan, 123; Müslim, Salat, 218) hadisi bizim için çok önemli bir kapı aralamaktadır. Allah’ı her türlü noksan sıfatlardan münezzeh kıldığımız ve yüceltmek suretiyle tazimde bulunduğumuz, emir ve yasaklarına uyum göstererek yücelttiğimiz makama tevbe etmek ve istiğfarda bulunmak son derece önemlidir.
“Musa, kavmine şu tembih ve tesellide bulundu: “Allah’tan yardım isteyin ve sabredin! Şüphesiz bütün yeryüzü Allah’ındır; ona kullarından dilediğini varis kılar. Unutmayın ki, hayırlı son, nihai zafer, ancak Allah’a karşı gelmekten sakınanların olacaktır.” /A’raf/128) nihai başarı Allah’ın emirlerine gösterilen ihtimamda gizlidir.
Tövbe Etmenin Zamanı Var Mıdır?
Yayınlanma :
12.03.2022 11:50
Güncelleme
: 12.03.2022 11:50
Yorum Yazma Kuralları
Lütfen yorum yaparken veya bir yorumu yanıtlarken aşağıda yer alan yorum yazma kurallarına dikkat ediniz.
Türkiye Cumhuriyeti yasalarına aykırı, suç veya suçluyu övme amaçlı yorumlar yapmayınız.
Küfür, argo, hakaret içerikli, nefret uyandıracak veya nefreti körükleyecek yorumlar yapmayınız.
Irkçı, cinsiyetçi, kişilik haklarını zedeleyen, taciz amaçlı veya saldırgan ifadeler kullanmayınız.
Türkçe imla kurallarına ve noktalama işaretlerine uygun cümleler kurmaya özen gösteriniz.
Yorumunuzu tamamı büyük harflerden oluşacak şekilde yazmayınız.
Gizli veya açık biçimde reklam, tanıtım amaçlı yorumlar yapmayınız.
Kendinizin veya bir başkasının kişisel bilgilerini paylaşmayınız.
Yorumlarınızın hukuki sorumluluğunu üstlendiğinizi, talep edilmesi halinde bilgilerinizin yetkili makamlarla paylaşılacağını unutmayınız.
Yorumlar
Kalan Karakter: