Çok eskilerden beri yazmayı düşündüğüm bir konu bu. Şimdiye kadar bir türlü nasip olmadı yazmak. Yeri ve zamanı geldiğinde çevremdeki insanlara bu minvalde anlatımlarım oldu. Ancak yazıya dökmek bugüne kaldı. Okuduğum bir hadis bu konudaki düşüncelerimi destekledi ve bana güç ve kuvvet verdi. Hemen herkesin farklı uygulamalara tevessül ettiği bir ortamda söylediklerinizin doğruluğu hakkında bazen tereddüt yaşayabilirsiniz. Ben de zaman zaman “Acaba” diyerek bazı tereddütler yaşadığımı itiraf etmek istiyorum. Ancak söz konusu hadis tereddütlerimin tamamını izale etti.
Konuya başlamadan evvel söz konusu hadisi zikretmek istiyorum. Hadis şu: Nafi (r.a.)’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir. “İbn-i Ömer (r.a.)’in yanında bir adam aksırdı ve: “Elhamdülillah ve ‘s-Selamu ala Rasulillah. Allah’a hamd olsun. Selam Resulüllah (s.a.v)’ın üzerine olsun.” dedi. Bunun üzerine İbn-i Ömer (r.a.) şöyle dedi: “Ben de Allah’a hamd ediyor ve Resulüllah (s.a.v.)’a selam ediyorum, ancak burada değil. Resulüllah (s.a.v) bize aksırdığınızda: “Elhamdülillah ela külli hal” Her zamanda ve her zeminde Allah’a hamd olsun.” dememizi emretti.” (Müsned-i Haris, Nureddin El Haysemi, 801.)
Önemine binaen sizinle bu konuyu paylaşmak istiyorum. Birkaç mesele üzerinden açıklamalarda bulunacağım. Ancak siz buna benzer diğer tüm konulara şamil kılabilirsiniz bu anlattıklarımı, hatta şamil kılmanız gerekiyor da diyebilirim.
Müslümanlar olarak olması gerektiği gibi anlamıyoruz dinimizi, ibadetlerimizi, rivayetlerimizi. Bu konuda inkar edilemez büyük bir sorunsalın içinde kıvranıp duruyoruz.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in anlattıkları ile yetinmiyoruz. Sahabenin yaptıklarını ve dile getirdiklerini gözlerimizin önüne getirmiyoruz. Var olan rivayetler yeterli gelmiyor bize. İçimizde var olan ilavelerde bulunma arzu ve isteğini bir türlü frenliyemiyoruz. Zaman zaman bidate kaçan uygulamaları da sahneye sürmekten çekinmiyoruz. Hatta bu hususta mahir olduğumuzu da ilave etmek istiyorum. Bu haslet bize nereden ve nasıl bulaştığını bilmiyorum. Ancak önceki milletlerin dinlerini kendi elleriyle değiştirdiklerini gayet iyi biliyorum. İnşaAllah onlardan sirayet etmiş bir haslet değildir diye düşünüyorum. Yoksa durum çok vahim. “Şimdi, bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa içlerinden birtakımı, Allah’ın kelamını dinler, iyice anladıktan sonra, onu bile bile tahrif ederlerdi.” (Bakar/75) Bu ayette dile getirildiği üzere; “Bile bile tahrif etmek” konumuzun ana iskeletini oluşturacağını söylemek durumundayım.
Ancak bizim dine verdiğimiz tahribat değiştirmeye yönelik olmadığını bilakis daha iyisini yapma isteğinden kaynaklandığını da ayrıca vurgulamak istiyorum. Ancak amellerin her zaman niyetlere göre değer kazanmadığını da vurgulamadan geçemeyeceğim. İbadetlerimiz değiştikten sonra amacımızın veya niyetimizin neye matuf olduğunun da bir kıymeti kalmıyor. Belki de yaptıklarımızla farklı zamanlarda ifa edilmesi gereken iki farklı ibadeti birbirine karıştırmak suretiyle tebdil ve tağyire yol açıyoruz. Belki de ibadetleri olmadık mecralara çekmek suretiyle ucube bir kuşa çeviriyoruz.
Her insanın ibadetlerden birisine hoşuna giden bazı ilavelerde bulunduğunu farz ederek başlayalım. İlaveler ile dinimizin emrettiği ibadetlerin düşeceği durumu getirelim gözlerimizin önüne. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in ibadetler konusunda bizi serbest bıraktığı durumlar da var bizi sınırladığı konular da var. Bunları bir birinden tefrik etmek lazım. Hangi durumlarda ilavelerde bulunabiliriz hangi durumlarda ilavelere girişemeyiz. İşte bugün anlatacaklarım bu konu çerçevesinde olacak.
Kıldığımız namazlarda okumamız gereken tilavet miktarı tamamıyla namaz kılan kişinin keyfine ve durumuna bırakılmıştır. İsteyen istediği kadar okuyabilir. En az limiti belirtilmiş ancak üst limit serbest bırakılmıştır. Hatta nafile namazlarda uzun okunması da yapılan tavsiyeler arasında. Ancak farz namazlarında imamlık yaparken cemaatin durumuna göre biraz kısa tutulması da tavsiye edilmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz, insanlara namaz kıldırdığı zaman, hafif tutsun. Çünkü onların arasında zayıf, hasta ve yaşlılar vardır. Herhangi biriniz kendi başına namaz kıldığında ise dilediği kadar uzatsın.” (Buhari, İlim 28, Ezan 62; Müslim, Salat 183-186) Muhayyer bırakıldığımız yerler bellidir. Serbest bırakılmayıp gerekli çerçeve çizilen konularda ise muhalefete soyunamayız.
Ayrıca namaz kılan bir Müslüman, farz namazlarının rekat sayısını arttırması da mümkün değildir. Çünkü rekat sayısı da farzdır. İki rekat yerine üç, üç rekat yerine dört, dört rekat yerine de beş rekat namaz kılınamaz. Kılınırsa ne olur? Eksik veya fazla rekat kılındığı taktirde o namaz yeterliliğini ve geçerliliğini yitirir. Her ibadetin olması gereken durumunu bilmemiz lazımdır ki kabule şayan olsun. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hangi ibadeti nasıl anlattığını ve nasıl yaşadığını öğrenmede fayda vardır.
Zekat ibadetine de ilavelerde bulunabiliriz. Yüzde iki buçuk yani kırkta bir, zekat miktarının en alt limitidir. Bu yüzdeliğin altına düşmemek kaydıyla gücü ve isteği nispetinde fazlalaştırma yapılabilir. Bu teşvik edilmiş bir konudur. On milyon Türk lirası üzerinden zekat hesaplaması gereken bir Müslümanın, on iki milyon Türk lirası üzerinden zekatını hesaplayabilir. Bu gayet normal bir durumdur.