Her işin kendisine has bir zorluğu mutlaka vardır. Ancak hiçbir iş, öğüt vermek kadar zor değildir. Evet! Öğüt vermek, nasihatta bulunmak, hak ve hukuku ortaya koymak, doğru ile yanlışı birbirinden ayırmak çok zordur. Hem dinleyiciler hem de söyleyenler için.
İyiliklerin neler olduğunu dile getirmek önemlidir ancak iyiliklere odaklanırken kötülükleri es geçmek veya üstünü örtmek doğru değildir. Cennet ve cehennem, iman ve küfür, iyilik ve kötülük, doğruluk ve yanlışlık, sevap ve günah, hak ve batıl, aydınlık ve karanlık hep beraber dile getirilerek orta yere serilmelidir. Böyle yapılırsa öğüt verilmiş olur. Aksi taktirde ipe un sermeye benzer ki elle tutulur bir iş hasıl olmaz.
Hep iyilik, hep güzellik anlatmak, insanları kendilerini cennetin ortasında görmeye sevk edeceği gibi hep kötülük, hep günah, hep yanlışlar dile getirmek de ye’s ve karamsarlığa yol açabilir.
İnsan olarak nasihat dinlemek istemeyiz çoğu zaman. Gerçeklerle karşılaşmak, badirelerin varlığından haberdar olmak dokunur yüreğimize. Gerçekler sıkar nefsimizi, kalbimizi, beynimizi. Bu durum karşısında çoğu zaman contaları yakabiliriz. Çünkü; “… Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder…” (Yusuf/55)
Yalanın dolanın içinde bocalayıp duran, günahlarla yoğrulan, yanlışlar üzerine kurgulanan mabedlerinden kafalarını dışarı çıkarmayan, doğru davranışların semtine dahi uğramayan insanların güzel sözleri değil dinlemeleri, kendilerine yönelik bir öğüt, bir nasihat almalarına dahi tahammül göstermezler. Kırmızı görmüş boğaya dönerler çoğu zaman. Arenaları birbirine katarlar. Taş üstünde taş bırakmazlar. Çünkü dile getirilen her bir hakikat, anlatılan her nasihat bu tipten insanların ofsayta düşmelerine neden olur. Ya doğru istikamet üzere yürümeleri gerekir ya da doğru istikameti diskalifiye etmeleri... Doğru yolda olmadıklarına göre doğru yolu diskalifiye etmeleri kaçınılmaz bir sonuç olur kendileri için. O yüzden öğüt veren ve nasihat eden kişiler bu gibi durumlara karşılık hazırlıklı olmak zorundadırlar.
Yapılan her nasihat aslında bizi bize döndürür, aslımıza rücu ettirir bizi. Ancak yapılan her vaaz-u nasihat doğru ve yerinde olmalıdır. “O halde sen, benim uyarımdan korkan kimselere Kur’an ile öğüt ver.” (Kaf/45)
Yapılacak uyarıların ilahi kelamdan esinlenmesi ve nebevi uyarılarla süslenmesi bir fayda vermesi açısından bir zorunluluktur. Kalbinde Allah’a karşı herhangi bir tedirginliği söz konusu olmayan insanların ilahi kelamdan nemalanmaları pek mümkün değildir. “Böyle iken onlara ne oluyor da, öğütten yüz çeviriyorlar? Onlar sanki arslandan kaçan yaban eşekleridirler.” (Müddesir/49-51)
Bir başka ayeti kerimede de; “Ama (alanlar için) öğüt vermeye devam et, zira öğüt inananlara fayda verir.” (Zariyat/55) İnanmak ve haşyet duymak; öğüt almanın, nasihat dinlemenin birince ve öncelikli şartıdır.
Nasihat ve öğüt; insanın yanlışlarından, hatalarından ve günahlarından silkelenerek uyanmasıdır. Yaptıklarının ve yapmadıklarının bilincine varmasıdır.
Aslında yapılan her bir nasihat; bilmeden işlediğimiz kusurların, farkına varmadan yapılan hataların bir tören gibi arzı endam etmesine sebebiyet verir. Her bir vaaz, her bir öğüt, her bir nasihat vakti zamanında gizli kapaklı işlediğimiz şen'iyyetlerin bir film şeridi gibi geçmesine vesile olur gözlerimizin önünden. İlahi öğütleri dinledikçe işlediğimiz günahlar bir bir filizlenir, serpilir orta yere. Haliyle gocunuruz, belki de sıkılırız bu durumdan, bu ortamdan. O yüzden dinlemek istemeyiz öğütleri, nasihatleri, vaazları. Sevmeyiz doğru düzgün konuşan uyarıcıları, levhaları.
En doğru uyarıcı Kur’an değil midir? O halde Kur’anla konuşmak ve Kur’an’ı anlatmak lazım gelmez mi?
Yapılan her mevize nefsimize zor gelir. Yapılan her ihtar yaptıklarımızla çeliştikçe içten içe şiddetli depremler geçirmemize sebebiyet verir. Nefsimiz, dizginlerini kopararak şaha kalkan bir at gibi “dinleme bunları” der bize. “Aklı başında adamsın, diplomalısın, bilge ve aynı zamanda makam ve mevki sahibisin; başkasından vaaz dinleyecek kadar paspal, öğüt alacak kadar da cahil değilsin." diyerek fısıldar kulağımıza. Tıpkı Firavun gibi; “Sonra bunların ardından Firavun ile ileri gelenlerine de Musa ve Harun’u mucizelerimizle gönderdik. Ama büyüklük tasladılar ve suçlu bir toplum oldular.” (Yunus/75) Suçlu bir kişi olmanın birinci koşulu büyüklük taslamaktır.
Çoğu zaman dini öğütler karşısında allame kesiliriz. Bilgiçlik taslar, hafız-ul Kur’an belleriz kendimizi, dünyanın merkezinde görmekten de alıkoyamayız. Enaniyetimiz zirve yapar bu gibi ortamlarda, bu gibi zamanlarda. Halbuki eften püften konuları kulağımızı dört açarak dinler, en ince noktasına kadar bellemeye çalışırız. Öğrendiğimiz, ifa ettiğimiz, bizzat tasarladığımız her boş (lehvel hadis) iş için avurdumuzu şişirerek övünüp dururuz.
Nefsimizi dizginlemenin, gerçekçi olmanın en önemli yolu yaptıklarımızı dile getirmek ve söylediklerimizi yapmaktan geçer. Ya yaptıklarımızı söyleyeceğiz çevremizdekilere, ya da söylediklerimizi ifa edeceğiz ulu orta. İkisine de yok diyorsak; ya söylemlerimiz doğru değildir ya da eylemlerimiz.
Boş teneke olmak, havadan sudan konuşmak ve geyik muhabbetleri yapmak bize yakışan bir durum değildir. “Kullarıma söyle: (İnsanlara karşı) en güzel sözü söylesinler. Çünkü şeytan aralarını bozar…” (İsra/53) Buradaki güzel sözden kasıt, ayet ve hadislerde dile getirilen iş ve işlemler değil midir? O halde insanları sıkacak ve çıldırtacak olsa da en güzel sözleri söylemekle mükellef değil miyiz? “Ey Muhammed! Şimdi sen, sana emrolunanı açıkça ortaya koy ve Allah’a ortak koşanlara aldırış etme.” (Hicr/94) Çünkü müşrikler her daim ortalığı vaveylaya vereceklerdir.
O yüzden nasihatin söylenmesi zor, dinlenmesi zor, yerine getirilmesi çok daha da zordur.